24 Kasım 2014 Pazartesi

Organizasyon dedikleri...

Havalimanında oturuyorum, yan masamda iki şık giyimli bey oturuyordu. Orta yaşlı olan, genç olana "bir kağıt kalem çıkar" dedi. Genç olan çıkardı kağıdı kalemi. "Organizasyonu çiz" dedi, "ama kutular boş olsun". Genç olan çizdi bir şekil, isim koymadı. Sonra "organizasyonu istediğin gibi şekillendir, ben dahil herkesi değiştirebilirsin" dedi. Genç biraz şaşkın, biraz çekingen şekilde başladı. Karşılıklı konuşmalar ile isimler çıkmaya başladı, o bunu iyi yapar, bu şunu kötü yapar... Açıldı genç olan... Bir çok isim, bir çok gözlem... O insanların bu gözlemlerden haberi olduğu meçhul! Uçağa az bir vakit kaldı, aldı orta yaşlı kağıtları... 

Sonrası mı? Muhtemelen board'da konuşulur ve yeni organizasyon açıklanır. Ya da bir beyin egsersizi olarak kalır bir yerlerde... İlüzyonun içinde akıl oyunları işte! Acımasız! Boş vakitleri doldurmak için insan santrancı! 

Ilüzyonun içinde çoktur böyle şeyler, şaşırmadın zaten sende. Bir kaptırdın mı kendini duramazsın; kariyer filan... Sonra ya Koçluk eğitiminde bulursun kendini ya da psikologda... Ama hep bir şey eksik, evet biliyorum eksik ve bu eksikliği sen yaratıyorsun! Neden burdasın? Para kazanmak ya da kariyer yapmak için mi? 

Seni bilmem ama benim amacım bu değil ! 

Iyi düşünmeler 

17 Kasım 2014 Pazartesi

En güzel yorgunluk

Dün akşam 8 civarı uyudum ve bu sabah zar zor kalktım, et kesmiş bacaklarım, acayip yorgunum... Yorgunum; çok ama çok güzel bir yorgunluk bu... Bir of bile yok, içim içime sığmıyor, içim huzur dolu... Bu başka yorgunluk, bu; Pelin'in kahramanı olmak, koruncuklara sıcacık yuva sağlamak, onların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için küçücük bir yorgunluk... 

Hafta sonu İstanbul Maratonu'nda 10km koştum, çok keyifli bir gün geçti... Binlerce insan koştu ve aralarında bir grup vardı ki onlar farklı... Onlar farkındalık için, bağış toplamak için koştu; yok hayır onlar kanatlanıp uçtu... Bir kez daha sevginin nasıl yayıldığını ve insanın sevgiyle yapamayacağı şey olmadığını gördüm... Sevgi için çaba, dayanışma için gayret gösterdi bir grup insan... Sağolun varolun...

Tabi o bir grup insana destek olan, dua eden, bağış gönderen ve onlara gönül kapılarını açanlar var bir de... Çooook teşekkürler sizlere de... 

Koruncuk kahramanları projemiz halen devam ediyor, koşu bitti ama proje Aralık ortasına kadar devam ediyor, koruncuklara siz de yardım etmek isterseniz: 

Bağışınızı aşağıdaki açıklama ile yapmanız benim takibim için oldukça önemli (AA Adım Adım’ın kısaltması ve MAyhan benim koşucu kodum).
AÇIKLAMA : "AA MAyhan ADINIZ SOYADINIZ"
BANKA ADI : Akbank Gayrettepe Şubesi  ALICI ADI : Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı
Hesap No : 192700    IBAN No : TR48  0004 6002 8788 8000 1927 00

Seneye 15km koşacağım, sevgiyi yaymak ve daha fazla insana dokunmak için...

Sevgiyle kalın
Mus

12 Kasım 2014 Çarşamba

Geçmişteki hatalar

Sor bakalım kendine; zihnin en çok ne ile meşgul? En çok, mmmm galiba geçmişte yaşananlar ile meşgul; iyi olanlar değil, kötü anılar, pişmanlıkla ve yalanlar. Isıtıp ısıtıp temcit pilavı gibi koyuyor önüme. O anda ne varsa önümde farketmiyor, gidiyor zihnim, duygularım, bedenim geçmişe. 

Bizim evde uzunca bir zaman mikrodalga fırın olmadı, yeni bir pratik bizim için. Şunu farkettim ki, mikrodalga ile bir şeyi ısıtırsanız inanılmaz sıcak oluyor ve yakıyor, diğer yandan bence tadını da götürüyor. İyi de ne alaka şimdi demeyin! Zihnim de mikrodalga fırın gibi işte, çok kısa sürede eski hatalarımı karşıma getiriyor; çok sıcak, yakıcı ve bayat bir şekilde! Ben bunu istemiyorum artık.

İyi de ne yapacaksın ? Ne mi yapacağım, benim inancıma göre dünyadaki her iyi ve kötü yaptığım şey kayıt ediliyor melekler tarafımdan; iyiler sağ tarafımdaki, kötüler sol tarafımdaki melek tarafından. Eğer Allah bu iş ile ilgili iki melek görevlendirdi ise ve hesabımı ahirette verecek isem neden bu dünyada kendime işkence ediyorum? Meleklerime bırakıyorum kayıt görevini ve raporlamasını. Ben bir saniye önceki Mustafa değilim, o öldü. Şimdi yeni bir ben var. 

Bu geçmiş ile ilgili benim deneyimim ve işe yarıyor. Tavsiye ederim. 

Sevgiler 
Mus

16 Ekim 2014 Perşembe

Gönlüm beni yanıltmaz!

Aslında hep bir tercih yapıyoruz; hüzün / sevinç, sevgi / nefret,... Çok ince bir çizgi var aralarında; hop oraya, hop buraya zıplayıp duruyorum, tıpkı bilgisayar oyunlarındaki gibi; bir sağa, bir sola. Kendimi dinlediğim zamanlarda biliyorum nerede olmak istediğimi. Ama zaman zaman şehrin karmaşası, seyahatler, iş hayatındaki konular beni hızlandırıyor.

Peki hızlanmak da bir tercih değil mi? Kesinlikle bir tercih; hızlanmadan, hayali streslere kapılmadan yaşamak mümkün. Kişilere takılmadan, olaylara odaklanıp, herkesi ve herşeyi sevip kucaklayarak yaşamak mümkün. Direk değilim ki ben bu dünyaya, ben bir dervişim; yaşadım, yürüyorum ve gidiyorum...

Selametle ey derviş
Selametle git yâre
Selam olsun gittiğin yere
Senin gittiğin yer olur yöre
Tutunma sakın âdete, örfe

İçinde bulunduğum ekosisteme ne kadar çok kulak verirsem o kadar kayboluyorum. Artık kulaklarımı kapatıyorum çünkü sadece belirli frekans aralığını duyabiliyor, gözlerimi de, ağzımı da... Bu duygular beni yanıltıyor, bir tek gönlüm açık; en güvendiğim, en sevdiğim gönlüm. Gönlüm beni asla yanıltmaz!

Sevgiyle
Mus

5 Ekim 2014 Pazar

Uyanık ol!

Kahkaha sesleri müziği bastırıyor, son dönemin popüler bütün şarkıları bir ağızdan söyleniyor... Saat 01:00... O tanıdık kahkaha kulaklarımı tırmalıyor, alkolün sınırının aşıldığı ve " koy ver gitsin, bir daha mı geleceğiz bu dünyaya" boşvermişliği ile atılan kahkaha. 

Bir şarkı daha başlıyor, bu eskilerden... Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un... Masalardan eşlik edenler ile detone olan kötü yorumcu... Ne çok severim bu şarkıyı, bağıra çağıra söylediğim çoktur, alkolün beni götürdüğü sahte cennetlerde... Masalara vurulan eller ile tabak çanağın sıçraması... 

Çocuklar uyanmasa bari diye geçiriyorum içimden. Gece yarısı uyanıp da uykuları kaçmasın... Kafamda ziyaret ettiğim eski dostların masaları... Herkesin dilinde bir spiritüellik ve uyanık olma sevdası... Işığı görme ve aydınlanma... Lambayı yakıyorum, yazacak birşey bulmak için... Aydınlanıyor etraf; bir dokunuş ve aydınlanma... İşte bunun peşinde koşan binlerce sevdalı... Sen ne veriyorsun bu sevdanın karşılığında? Meyhane şarkıları olmaz mı? Hadi oradan! Uyanık olmak istiyorsan, uyanık ol! Seni uyutacak şeyler yapma, hadi kal sağlıcakla! 

15 Eylül 2014 Pazartesi

insane

Yine uykusuzum, bu benim için yabancı bir durum değil. Sanki ciğerlerimi parçalarcasına koşmuşum, nefes alışım ciğerlerimi doldurmuyor, yetmiyor aldığım nefes! Nedir beni bu kadar nefes nefese ve yorgun kılan?  Nedir beni bu savaşa sokan ve yorgun düşüren?

Sabahlar bir kaçış benim için, günün aydınlanması ile gözümü açıyorum... hiç kapanmamış gözlerimi... Gün ışığının bir saniyesini bile kaçırmak istemiyorum. Gecenin karanlığı her şeyi örtüyor; gizli, saklı bir çok şey! Zihnim beni gündüz ve geceye getirip götüren, hem gündüz hem de geceyi yaşatan.... Dışarısı karanlık mı aydınlık mı bilmiyorum aslında... Oturuyorum yatağın ortasına, bakınıyorum; karşımda bir boy aynası ve aynada birisi... kim bu? yüzü traşlı, kim bilir kaç gündür yüzü jilet görmemiş... Daha ne kadar kaçacağım diye düşünüyorum... Daha ne kadar sürecek bu macera? 

O küçük pencereden sızan gün ışığına dalıyorum, sıcak olacak galiba bugün... Sıcak ya da soğuk ne farkeder ki? Duygularımı kaybedeli çok oldu... Haydi kalk diyorum, söylenme! Şükret haline, dua et, haydi kalk! Beynimin içindeki konuşmalardan ibaretim ben! Sanki bir tek beynim var, vücudumun geri kalanı yok! Sadece beynim, içinde konuşmaların susmadığı beynim! 

Çok defalar öğrendim aslında onu susturmayı, bir silah gibi kullandım onu susturma egzersizlerini. Aslında baştan çok iyi geldi, ama sonra yine aynı... Bir iyi geldi, üç kötüye gitti! Ve bugün, bu noktaya geldi! Beynim... 

Nerdeyim? Dur telefona bakayım. Nereden gelip nereye gidiyorum? Dur, ajandam söyler bana şimdi. Ben artık karıştım, bilmiyorum nerdeyim!

Yeterrrrrrrrr! diye bağırıyor, kalk! Dur diyorum, öyle bağırma! Savaş istemiyorum ben yine! Dur lütfen, savaş istemiyorum içimde. Ne zaman savaş olsa, bombalar patlıyor vücudumda... Karaciğer, böbrek, akciğer! Dur daha fazla istemiyorum, durdur savaşı! Sen, sen kimsin peki? Savaş istemeyen kim? Kim kim? Kim? Kimlikleri gösterin!


11 Eylül 2014 Perşembe

Seçimler ve sonuçları

Yalnızım, saate baktım 04:56. Almanya'yım. Türkiye'deki uyanma saatim gelmiş, saat Türkiye'de 6 oluyor... Akşam geç yemek yemenin getirdiği bir rahatsızlık var midemde; bana neden böyle yapıyorsun diyor! Gün boyu süren toplantılar, toplantılar sonrasında gidilen yemekler ve geç saatlerde yenen ve sindirilmeye fırsat olmadan uyumalar... 

Zordur kurumsal hayatta kariyer yapmak; çok şey vermek gerekir kendinden! Pazartesi gününü örnek alalım; ikizler okula başladı, sabahtan öğlene kadar onlarla harika vakit geçirdik. Duygusal olarak çok beslenmiş olmama rağmen sabah başlayan bel ağrısı beni öldürüyordu. Öğlen çocukları eve bırakıp yola çıktım, havaalanına gittim. Arabayı parkettiğimde zar zor inebildim ve belimi doğrultup yürüyemiyordum! Bir yandan önümüzdeki günlerde yapılacak kritik toplantılar ve bir yandan bel ağrım... Haydi toparla dedim kendi kendime, toparlan! 4D7'den havalimanı kapısı yaklaşık 70-80 metre ve ben o yolu 3,4 kez durarak 10dk'da yürüyebildim! Hala gitmem gerekiyor diye düşünüyordum ve öyle de yaptım. Check-in ve kontroller 10dk kadar sürdü, şanslıydım. CIP salonuna kendimi attığımda "oh be" dedim, "yolun yarısı bitti". 

Uçak 1 saat 45 dakika gecikmeli kalkacaktı, "güzel" dedim, "biraz çalışabilirim"... Arada bir ayağa kalkıp geziyordum ki sandalyeye çakılıp kalmayayım. Büyük bir çaba sarfediyordum gitmek için... Uçak saati geldiğinde kapıya gittim ve önümde daha önce biz de üst düzey yöneticilik yapmış bir bey ile karşılaştım. Hemen geçmişe gittim, onun da ciddi bel sorunları olmuştu, sürekli iş yemeklerinden dolayı kilo aldığından şikayet ederdi. "Anladım" dedim, "bugünün dersi bu!". Demek bu yüzden bu kadar ağrıya rağmen vazgeçmemiştim! Bu karşılaşmayı yaşamam gerekiyordu, onun bana ilettiği, kariyer yapmanın zorluklarını ben bugün yaşıyordum. O söylemişti, ben tercih etmiştim ve bugün yaşıyordum... Bu bir yüzleşme idi benim için, bıraktım söylenmeyi, bıraktım belimdeki ağrıyla uğraşmayı! "Bu senin seçimin, kararını sahiplen ve yoluna devam et" dedim! 

Sonra ne mi oldu? Beni Business Class'a upgrade ettiler, Airbus A330'un tam yatan koltuklarında yatarak dinlenerek uçtum Stuttgart'a! Ne bel ağrısı kaldı, ne kendi kendime hayıflanma. Hayat akıyor, herşey değişiyor, geçmişe takılıp kalmak sadece beni çürütüyor! Şimdi açtım kanatlarımı rüzgarı bekliyorum, o nereye savurursa oraya uçacağım, 
Sevgiyle kalın,
Mus

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Sanal tribün

Eskiden tuttuğum takımın kombine biletini alır, maçları tribünden izlerdim. Maçları canlı izlemek müthiş keyif verir ama tribünde bulunmak da bir o kadar sinirlendirirdi beni! Kendi seyircilerimiz bizim üstümüze çekirdek kabuğu, su şişesi atardı, tükürürdü! Karşı takımın seyircisi, takım oyuncuları, onların yöneticilerinin yedi sülalesi anılırdı! Bu ortam beni iyice gerdi ve artık yeter dedim, gitmedim bir daha maça. Digiturk'den takip ediyorum maçları... 

Dün malum seçim vardı ve Facebook denilen sosyal medya aracının nasıl sanal tribün haline getirildiğini gözlemledim. A görüşünü destekleyenler "yenilmeye doymadınız" tarzında söylemlerde bulunup karşı takıma yükleniyordu. B görüşünü benimseyenler ise hem karşı takıma"cahil cühela" tarzında söylemlerde bulunuyor, hem de kendi takım seyircilerinin "plajsever, vatan haini..." ilan ediyordu. 

Biraz şaşırdım, biraz üzüldüm. Iyi tarafı şu oldu, bende bir farkındalık yarattı bu durum; bu sanal tribüne gidip gelmeye devam edecek miyim diye sordum kendi kendime. Evet! Özellikle kişisel gelişim paylaşımları, üye olduğum gruplar, sayfalar beni besliyor ve bu sanal tribüne gelip gideceğim. Gelirken yanımda hep kulak tıkacı olacak; maçı izleyeceğim ama tezahüratları duymayacağım. 

Sevgiyle
Mus

27 Haziran 2014 Cuma

Stand by - Sistem geçici olarak askıya alındı :)

Geçenlerde sevgili Günay paylaşmıştı bu resmi Linkedin'de bende çok beğenmiştim. Dün yaşadığım bir kaç olay tekrar bu resmi hatırlattı bana ve sizlerle paylaşmak istedim.

İş hayatı, aile, çocuklar, spiritüel yol, inançlar, hobiler... o kadar çok şey var ki kafamızda, sürekli dolu ve patlayacak gibi. O kadar çok şey var ki, an'da kalmak mümkün olmuyor, konular zihni bir o yana bir o yana çekiyor. Zavallı zihin de en sevdiği şeyi yapıyor, fırt oraya fırt buraya oynayıp duruyor.

Bunlar yetmiyormuş gibi bu kafadaki doluluk, bir şeylere tutunup bedenimizi, kendimizi unutmamızı sağlıyor; ya geçmiş ya da gelecekte olduğumuz için şu anda bedenimde ne olduğuna bakmıyoruz bile. Dün bir meslekdaşımız düşüp bayılmış ve toplantılara gelemedi, hastanede ve tetkikler devam ediyor, bedeni kimbilir kaç tane sinyal verdi bugüne kadar ama dinlemedi, en sonunda "stand by" konumuna geçmiş. Bu olayı duyduğumuzda başka bir meslekdaş, bir gün yine bir toplantı için Stuttgart'a giderken benzer bir göz kararması ve sonrasında geçirdiği trafik kazasını anlattı. Kendimizi, bedenimizi dinlemediğimiz zaman, beden daha sert mesajlar veriyor. O zaman haaa, diyoruz, biraz dinlenip sonra yine unutuyoruz.

Peki ne yapalım abi? iş şartları belli, yüklendikçe yükleniyorlar. Hele bir de kariyer yapmak istersen, oooo... Şunu yapalım abi; iş, para kazanmak için bir araç, hayatımızın amacı değil. Bu dünyaya geldik, vazifemizi yapıp gideceğiz ve hayatımızın her aşamasında paraya, kariyere değil, dengeye ihtiyacımız var. İş saatleri içinde ya da dışında egzersiz yapmak, nefes ile rahatlamak, an'da kalıp an'ın keyfini çıkarmak... Bugün her yerde bulabileceğiniz yöntemler, iyi de abi zaten 13-14 saat çalışıyorum, vakit yok deme. İş yerinde bir toplantı odasına git, 2 dakika sadece nefesine odaklan, sadece o anı yaşa. Masanda arada dur, üç nefes al. Yerinden kalk, telefon açacağına bir meslekdaşının yanına git konunu aktar. Yerinde yapabileceğin egzersizler bul ve yap. Birileri ile sohbet et yemek yerken, çıkar kulaklıkları,... bir sürü küçük şeyler...

bunları da yapamam diyorsan, stand by'a hazır ol.

sevgiyle,
Mus

25 Nisan 2014 Cuma

Görüşürüz...

Geçen gün bir arkadaş ile sohbet ederken Nitzsche'den bir söz aktardı ve "ne saçma değil mi; görüşeceğimiz insanlara da, görüşmeyeceğimiz insanlara da ayrılırken görüşürüz diyoruz" dedi. 

Çok haklısın dedim, acayip bir farkındalık yarattı bende. Ben herkese görüşürüz derim, veda etmek istemem ve kapıyı açık bırakırım. Çünkü ilişkide olmak, ilişkiye yatırım yapmak ve ilişkiyi canlı tutmak, dünya ile olan bağlantımı sağlamlaştırır. İşte bu yüzden hoşçakal demem de görüşürüz derim. 

Bu farkındalık beni bir sürü düşünceye sevk etti... Önce Lao Tzu'nun üç öğretisinden simplicity - basitlik geldi aklıma... Ne kadar az kapanmamış kapı bırakır isem o kadar basit yaşarım, bu yüzden hoşçakal demeyi daha fazla deneyimlemeliyim. 

Sonra bu dünyada misafir olduğum gerçeğini düşündüm; misafir olduğum bu yere ve buradakilere bağlanma arzusu niye? Yalnız kalma korkusu mu? Daha fazla kişiye dokunma isteği mi? Sorular böylece devam ederken bir şey çıktı; ben bir yolcuyum ve bu yolu yalnızca ben yürüyebilirim. Yol üzerinde tanıştığım yolcular var, zaman zaman yollarımız kesişiyor ve ayrılıyor. Onlarla karşılaşınca merhaba, ayrılınca hoşçakal demek doğru, görüşürüz demek kendimi kandırmak. 

O zaman hoşçakalın, eğer yollarımız yine kesişmesi gerekir ise karşılaşırız nasıl olsa:)

Sevgiler...

21 Nisan 2014 Pazartesi

Mum ol!

Küçükken ne olmak istiyorsun diye sorduklarında "pilot" diye yapıştırıyordum cevabı. Bugünkü aklım olsa "mum" olmak isterim derdim. Mum mu? Evet mum!

Bugünlerde mum metaforunu çok kullanıyorum; mum olmak, yanmak, yok olmayı göze almak, sönmekten korkmak, başkalarını da yakmak, tekrar var olmak...

Tam bunları düşünürken Erich Fromm'un Psikanaliz ve Zen Budizm'i kitabında Dr.Suzuki'den alıntı çıktı karşıma; 
"Eğer kapkaranlık bir odada bir mum yakılırsa oda aydınlanır, artık oda ışıklandırılmıştır. Sonradan, on ya da yüz ya da bin mum daha yakılırsa oda giderek daha daha aydınlanır. Ama, asıl kesin dönüşüm karanlığın içine süzülen birinci mumun ışığı ile başarılmıştır." 

Tek bir mum aydınlanmayı sağlıyor, kokpitte oturup yüzlerce düğmeyle uğraşmak zorunda değilim! Pilot olmaktan vazgeçtim. 

Sevgiyle,
Mus 


18 Nisan 2014 Cuma

Koçluk reloaded

Kurumsal alışkanlık işte; kişisel gelişim eğitimleri... Yetkinlik matriksinde sen nerdesin, hedef nerde, aradaki gap için bir kişisel gelişim eğitimi... Yıllık planlar yapılır ve bir sürü powerpoint yoğun eğitime katılırsın filan... 

Bu powerpoint yoğun ve bittiğinde birşey hatırlamadığım eğitimlerden sıkılmaya başladığım bir dönemde, daha dişe kemiğe dokunur bir şey olması açısından koçluk eğitimine gitmeye karar verdim. Amacım kişisel gelişim, özellikle de liderlik yetkinliklerimin gelişimi idi. Gestalt Koçluk Programına gittim altı ay ve bir sürü şey deneyimleyerek öğrendim, sonunda da bir kişisel vizyon yazdım. Vizyonda benim kişisel gelişimim ya da liderlik yetkinliklerim ile ilgili bir şey yoktu, onu bırak cümlede ben yoktum. İnsan vardı, insanlara dokunmak vardı, farkındalıkların artırılması için ayna olmak vardı... Sonradan anladım, asıl gelişim, asıl büyüme insana dokunarak oluyormuş; her danışan sana bir öğretmen oluyormuş...

Amaç insana dokunmak olunca, benim gibi kendisi ile uğraşmayı seven, sınırlarını sürekli zorlayan 6 kişi ile yollarımız çakıştı. Tesadüfe bakın ki, en yakınımda, kendi şirketimde idi bu insanlar. Sevilay kurum içi koçluk dedi, yapmaya başladık, Ali eğitimler gönderdi, almaya başladık... Biz 7 kişi (bu yedi sayısının bir hikmeti var da, neyse...) bir arada bir şeyler yapalım dedik ve "Takım Koçluğu" fikri çıktı. Sağolsun Kamelya ve Nilgün eğitimi ayarladı ve eğitime katıldık. Ben kendimi biraz kötü hissettim baştan, Gestalt Koçu'yum ama Erickson eğitimi alıyorum diye, sonra iyi ki yapmışım dedim, farklı ekolleri tanımak benim zenginliğimi artırdı :)

Eğitim başladığında 7 farklı kişiydik, eğitim bittiğinde bir takımın üyesi 7 farklı kişi olarak ayrıldık. Yüksek Performanslı Takım koçluğu eğitiminde biz takım olmayı deneyimledik; vizyonumuzu oluşturduk, takım kurallarımızı, değerlerimizi, yol haritamızı... Biz kurumiçi koçlar olarak bireylere dokunurken artık takımlara dokunacağız, daha fazla insana ulaşacağız.

Çok yüksek performanslı bir takım olduk, çünkü çok iyi bir takım koçumuz vardı; Dr. Zerrin Başer. Bize hem eğitim verdi hem de bizim takım olma sürecimizde takım koçumuz oldu. Feyza Köseoğlu'da 3 gün bizimle birlikteydi ve bize  çok destek oldu.

Çok yüksek performanslı bir takım olduk, çünkü sevgimiz vardı, birbirimize ve insana olan güvenimiz, herkesin yüreği vardı ortada ve inanılmaz bir enerji. Enerji demişken, bir sabah eğitime Yi Jin Jing yaparak başladık ve uçtuk o gün uçtuk :) En önemlisi de farklılıklarımız vardı; farklı cinsler, farklı koçluk yaklaşımları, farklı dinler, farklı düşünceler, farklı görüşler (hele de Burcu'nun bize farklı yerlere götürmesi, Mehmet'in susarak konuşması yok mu)... hepsine saygı duyduk, herkesin tam ve eksiksiz olduğunu kabul ettik...

Şimdi sıra bu öğrendiklerimizi yaymaya geldi, sevgiyle insana dokunmaya. Biz bir takım olarak buna inandık, geliyoruz!








3 Nisan 2014 Perşembe

Sabah üşümesi

Kahvaltı salonunda oturuyorum... İçerisi tam da sabah sabah vücudumun istediği sıcaklıkta; hani yataktan çıkmak istemezsin, illa da çıksan da o sıcaklığı ararsın... Bahsettiğim tam da o... 5 yıldızlı, egonun tavan yaptığı otelden ayrılmadan önce birşeyler yiyeyim diye oturdum buraya... Tam kahvaltımı bitirmek üzereyken inanılmaz kuvvetli bir rüzgar girdi içeriye ve beni dondurdu... Kocaman sürgülü iki kapı açıldı ve buzzzz gibi hava içeride... Birazdan bir daha... Sonra bir daha... Kapının önünden birileri geçince açılıyor, dondum, brrrr...

Sonra düşündüm; hayatımı sıcacık bir kahvaltı salonu yapmaya çalışıyorum, bunun için çalışıp didiniyorum. Ben tam ortamı ısıttım derken hoooop soğuk rüzgar gelip beni üşütüyor... Sadece beni değil, salonumdaki herkesi üşütüyor. 

Zannedersem bu noktada iki seçeneğim var; ya hep yaptığım gibi isyan etmek ve o kapının önünden kim geçti yine bakıp ona sinirlenmek, ya da teşekkürler bana bu farkındalığı yaşattığın için deyip kapının önünden geçenlere şükran duymak. Ben ikincisini yapacağım, biliyorum çok zor olacak ama yapacağım. Çünkü biliyorum, kapının önünden geçene değil onu oradan geçirene odaklanmam daha doğru. 

Sevgiler
Mus

29 Mart 2014 Cumartesi

Liderlik dediğin...

Dün ve bugün şirketin liderlik sempozyumuna katıldım. Liderlik sözcüğü zannedersem binlerce kez dile alındı ve tarif edildi... Herkesin bu konuda bir fikri var, bende bir tanım yapayım istedim, hadi hayırlısı...

Bence iyi lider;
1) Kendi bedeninin, zihninin ve ruhunun yani kendi vatanının farkında olan ve iyi yönetebilen bir insandır. Bunun için düzenli egzersiz ve pratik yapar; spor, meditasyon, sağlıklı beslenme, spiritüel beslenme, gibi... 

2) Umut yolunda yürüyen ve kendine umut veren insandır. Umut çok derin ve anlamlı bir kelime, düşünmenizi öneririm. Pozitife odaklanmayı unutun, umut edin ve umuda yolculuk yapın. 

3) Kendisi ile ilgili konuları kabul etmiş, onları birer sınav olarak görmüş, çözmüş ve tamlanmış bir insandır. 

4) Kendisi tamlandıktan sonra etrafını aydınlatmak için mum olan insandır. Mumdur, kendi etrafını aydınlatır. Dünyanın bütün sorunları ya da karanlık yerleri onun odağında değildir. O etrafını aydınlatmakta meşguldür, şefkatle aydınlatır, onun ışığı etrafındakileri rahatsız etmez onların gözünü yakmaz. 

5) Etrafını aydınlatırken, yanmaya hazır mumları görür ve onları yakar. Onları takdir eder bu vesile ile ve etrafındaki mumlar artar. Etki alanı büyür ve görüş açısı genişler. 

İşte benim liderlik tanımım bu.

Sevgiyle,
Mus

19 Mart 2014 Çarşamba

Sen hangi taraftasın?


Geçtiğimiz iki hafta sonu oğlum Deniz ile birlikte Star Wars serisini izledik. Onun ilk, benimse bu bilincimle ilk izleyişimdi... Altıncı filme, yani serinin son filmine (son filmi diyorum ama aslında üçüncü film, I - II ve III sonradan çekilmişti...) götürmek istiyorum sizi...

Luke Skywalker (resimdeki yeşil kılıcın sahibi) babası yani Darth Vader ile savaşıyor. Luke iyi tarafta, babası kötü tarafta ve İmparator da onların çarpışmasını izliyor. Luke, babası kötü tarafta olmasına rağmen onun içinde hala iyilik olduğunu hissediyor. Bunu babasına söylüyor ama babası kabul etmiyor. Çarpışma sonunda Luke babasının elini kesiyor ve galip geliyor. İmparator onu kötü tarafa davet ediyor ve babasının yerine geçmesini istiyor. Luke kesinlikle kabul etmiyor ve kötülüğün efendisi olan imparator Luke'a elektrik şoku gönderiyor, Luke ölmek üzere iken babası imparatoru alıp uzay boşluğuna fırlatıyor...

Bu sahneyi izledikten sonra şunlar geldi aklıma, sizlerle paylaşayım istedim...

1) illa bir taraf olman gerekiyorsa iyi tarafı seç: hepimiz bu hayata tertemiz geliyoruz, kötülük nedir bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, anne sütü alıp beslenmek! Nasıl yetiştiriliyor isek, nasıl bir eko sistemde isek oranın özellikleri ile yoğruluyoruz. İyilik ve sevgi aslında içimizde hep var, onlara dokunma cesaretini göstermiyoruz sadece. Birisine kızdığınızı düşünelim, onun bebeklik halini düşünün, onun da bir ana kuzusu olduğu günleri, bu sayede onun içindeki iyiliği görebilir ve ona şefkat gösterebilirsiniz. Onda kötülüğü görürseniz, sizde kötü olursunuz. Hz. Mevlana oğlu Sultan Veled'e şöyle vasiyet etmiş "Bahaeddin; senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır" 

2) baba-oğul kavgasını imparator kazanır: bugünlerde sıkça görüyoruz, kardeş kardeşi öldürüyor, ne için? filmde olduğu gibi imparatoru memnun etmek için... Babanın oğlunu, kardeşin kardeşini öldürmesi onlara yaramayacaktır, o olayı kullanacak olan ve ondan nemalanacak olanlara yarayacaktır.

3) Jedi öğretisi, Luke Skywalker'a kendini tanıması ve kendi gücünün farkına varması için yardımcı oluyor. Hangi öğretiyi alıyorsanız alın, iş sizde bitiyor. Güç içinizde, inanın ve onu dışarıya çıkarın.

Sevgiyle kalın, iyi geceler 

7 Şubat 2014 Cuma

"out of box" thinking - kutu nerde?

Son günlerde hangi çalışmaya katılsam muhakkak bir konu çıkıyor önüme; out of box düşünelim... Yani beynimiz bir kutunun içinde de, biz bir süreliğine kutunun dışına çıkaralım da özgür düşünsün bakalım...

Bugün karşıma bu foto çıktı ve işte dedim mesaj bu...Kutu filan yok, kutuyu biz yaratıyoruz, bırak kutuyu gitsin... diyor, diyor da...  konu bu kadar basit değil...

Kutu; aile öğretileri, sonrasında okul, sonrasında iş hayatı derken oluşuyor ve gittikçe daha da sert bir karton hatta plastik oluyor. Sonra koca koca adamlar ya da kadınlar kutunun dışına çıkaralım beyni diyoruz da öyle kolay çıkmıyor işte.

Zaman zaman yaptığım işle ilgili bir konuya o kadar saplanıp kalıyorum ki, odağımı değiştirip geniş açı ile bakamıyorum, işte bu noktada bir başkasından yardım almak, bir moderatöre danışmak iyi geliyor ve farklı bakmama yardımcı oluyor... Tavsiye ederim işliyor.

Kutu meselesine geri dönersek, kutunun içinde olduğumu kabul etmek birinci aşamada yardımcı olabilir. Sonrasında bir noktaya odaklanmak yerine daha geniş bakabilmek, kısıtları ortadan kaldırmak faydalı olacak diye düşünüyorum. Tutunmak, belirli noktalara saplandığımda farkına varıp ordan çıkmak işe yarar diye düşünüyorum.

İşte bir örnek; sevgili dostum Berk İmamoğlu... kutunun dışana çıkartmış beynini, bakmış kutu yok ve başlamış akmaya... kitap okuma oranına bakmadan, e-book alışkanlığı bile olmayan ülkemizde türkçe sesli kitap işini başlattı Berk. Helal sana Berk, bu konuda iyi bir örnek oldun bana. Berk'in seslenen kitabına bu linkten ulaşıp inceleyin, tavsiye ederim: http://www.seslenenkitap.com/


Sizin kafanız / düşünceleriniz de kutuya girdi mi? Bir bakın bakalım...

Sevgiyle kalın,
Mus 

26 Ocak 2014 Pazar

bırak gitsin!

Uçak hızlanmaya başladı, pisti yarıladık, yavaş yavaş kalkışa geçtik... muhteşem şehrimin muhteşem manzarası, (bir çoğunuzun, beton yığını oldu canım İstanbul dediğini duyuyorum ama ben o kadar yer gezdim ve böyle güzel bir şehir görmedim...) yavaş yavaş bulutların içine giriyoruz, sallanıyor uçak... yüreğim hop oturup hop kalkıyor, uçaktan korkarım aslında, kontrolün bende olmadığı ortamlarda geriliyorum, işte bir issue daha, buna da çalışıyorum... 

Gri ve beyaz bulutlar, bugün güzel görünmediler gözüme... iyi-kötü, güzel-çirkin... hep ikilikler, o kadar alışmışım ki ikiliklere, ikilikleri yok sayamıyorum ve bu ikilikler beni yargılamaya itiyor, olduğu gibi göremiyorum hiç birşeyi... Tam bunları söylerken masmavi gökyüzünü görüyorum, sonsuz, berrak :)

Başımızı kaldırıp havaya baktığımızda gördüğümüz bulutlar var hep (uçaktayken değil, yerdeyken tabii :)) Bulutlar; bizim için gökyüzü, bazen beyaz, bazen gri, bazen kapkara... halbuki bulutların arkasında hep masmavi bir gökyüzü var, onu görebilmek için sadece bakmak gerekiyor; beni hiç sayarak, öğrendiklerimi hiç sayarak, bildiklerimi hiç sayarak bakmak! 

O kadar sonsuz bir mavilik varki, gözümün odaklanabileceği bir yer yok, ister istemez resmin bütününü görüyor, hep darlıklara odaklanmış olan gözlerim için alışmak zor ama çabalıyor, vazgeçmiyor. Bakmak ve görmek; dar bakıyorum, genişletmeye çalışıyorum, odaklanmadan bakmak... Söylüyorum, düşünüyorum olmuyor... Düşünmeden bakmak, düşünceyi bırakmak gerekiyor belkide, gerçekliği görmek için, 'let go', bırakmak... Söylemesi kolay, yapması zor! 

Şunu okumuştum İlhan Güngören'in kitabında; Yaşamı çağlaya, çağlaya akan bir dereye, kendimizi de bu dere üzerinde hoplaya zıplaya suyla birlikte akıp giden bir lastik topa benzetebiliriz. Top dereyle birlikte su üstünde akıp giderse denize ulaşır. Ama bir yerlere takılırsa suyun etkisi altında hırpalanıp parçalanır. 

Hiç bir yere tutunmadan, herşeyi bırakarak yaşamak gerektiği mesajını alıyorum kitaptan. Mesajı alıyorum, saklıyorum ve birgün yapacağımı umut ediyorum.

Sevgiyle kalın..
Mus 

8 Ocak 2014 Çarşamba

Life of Pi

Birşeyler ile yüzleşmek istiyorsan dibe vurmalısın, dibe vurmadan su yüzüne çıkılmıyor, farkındalıkları su yüzeyinde halletmek istiyorsan bunu başaramazsın, geçici tatminler elde edebilirsin. Pi'nin suda boğulmadan hayatta kalma çabası gibi, kendini aşağıya çekip sonra su yüzüne çıkmak, ağlamak... sonra, suçluluk, olabildiğince çaylak ve ne tepki vereceğini bilmeden salt suçluluk duygusu, kendini dövme isteği, isyan etme... 

halbuki bu bir imtihan, imtihan olarak görünce geliyor farkındalık, aydınlık sonra görünüyor, peki bu kalıcı mı? hayır, ben nasıl değişiyorsam dünya da değişiyor her dakika, her saniye, her an!

Tanrı'nın her an onunla olduğu, onun içinde olduğu gerçeği... evet Life of Pi'den bahsediyorum, yeni izledim, bugünmüş doğru gün... çok etkileyici bir film, izlemediyseniz kesin tavsiye ederim. Tam teslimiyetin nasıl olduğunu gördüm bu filmde. Ben korkularım ve endişelerim ile uğraşırken, okyanusun ortasında bir kaplanla başbaşa kalan çocuğu izlemek çok dokundu... 

korkuyorum evet
sevgiyi koyamıyorum karşısına
akamıyorum sana
akamıyorum hayata
beynim oyun oynuyor
senaryoları bırakmıyor
sus diyorum, sus 
dinlemiyor
dinletemiyorum...

Sevgiyle... 


7 Ocak 2014 Salı

Ejderha'nın amacı...

Düşünüyorum da alevlerimi ortaya çıkartınca ne yapacağım? alevler bir yerleri yakacak, harap edecek, kül edecek. İçimde kalınca beni yakıp kavuruyor ve kül oluyorum ama yok olmuyorum, küllerimden yine doğuyorum. Peki neden benim yolumda bu ejderha var? Neden benim içimde günden güne büyüyen ve evrilmeye çalışan dışarıya çıkmaya uğraşan alevler var? 

Ben bugüne kadar hiç kavga etmedim, hiç düşmanım olmadı benim, şefkat meditasyonu yaparken aklıma getireceğim kötü bir karakterim bile yok, peki ben bu alevlerle kimi ya da neyi yakacağım? 

Sabah 05:30'da kalktım, daha alarm çalmamıştı, meleğim uyandırdı beni, hadi dedi kalkma zamanı... Kalktım Yi Jin Jing yaptım, enerji dolu bir halde düştüm yollara, hava karanlık ve ay yok :( Ay olunca herşey daha kolay akıyor, o bana güç veriyor, ayışığı ve aşk, güneş ve sevgi... 

Bostancı da yolun kenarında yürüyen bir kadın ve yanında küçük 5 yaşlarında bir kız çocuğu gördüm, hava soğuktu; kız uzun beyaz bir palto giymişti, kapşonunu başına geçirmiş, omuzlar düşük, belli ki üşüye üşüye yürüyor... gözyaşlarım boşaldı birden... ağladım... küçük kız oldum, üşüdüm, doktora gidiyordum annem ile birlikte, o da hastaydı bende, ikimizde şifa arıyorduk, ağladım... ağladım... ağladım... Ağlarken anladım galiba, alev çıkmıyordu içimden benim gözyaşı oluyordu alevler, kimseye zarar vermiyordu, alevlerin küçüldüğü hissettim, gözyaşlarım alevlerimi küçültüyor, yok ediyor ve soğutuyordu... Evet, alev çıkarıp kimseyi yakmama gerek yoktu... Belkide benim gözyaşlarım alevlerimdi... 

Peki çocuklarla ilgili bu senaryolarım ve dram? Onlara dokunmalıyım dedim, yardıma ihtiyacı olanlara dokunmalıyım, belki de benim yolum bu, kimbilir? Bunu deneyimleyip bakmak istiyorum, bu olabilir! Kerim ile konuşacağım bu konuyu....

Bu yazıyı uçakta kaleme aldım, TK0617 Kazablanka uçuşu, tam 5 saat sürüyor ve bana okumak / yazmak için bir sürü vakit sunuyor. Zihnin berraklığını yazmış Cem Hoca onu okudum, gökyüzü gibi masmavi, bulutların üstüne çıkınca gördüm; mavinin en saf halini, güneşin en yakıcı ve berrak olduğu anı. O an'ı çektim içime kocaman uçan makinenin içinde, zihnimin en berrak haline ulaşmak için sabırla bekliyorum, öğretmenimden öğreneceklerimi, inzivaları... sabırla, hasretle bekliyorum.

Güneş ve sevgiyle kalın. 

4 Ocak 2014 Cumartesi

Ejderhanın uyanışı

2014 yılı hepimize 365 tane beyaz sayfa getirdi, her güne bembeyaz bir sayfa ve hiç yazılmamış bir kitap. Bu kitabı ben yazacağım, kitabın ismi 'Ejderha'nın Uyanışı'.

İçimde bir ateş var, alev alev yanıyor, burnumdan dumanları çıkıyor ama daha ateş çıkaramıyorum, ya da bazen çıkıyor ama etrafımdakileri yakıyor, canları yanıyor ve bu beni çok üzüyor, suçluluk hissettiriyor feci halde, kendimi dövüyorum sonra kapanıyorum ve hiç açılmak istemiyorum bir daha... kontrolsüz güç güç değil... kontrol etmeye çalışmak da doğru değil, kendisi çıkmalı, akışta o anda... 

Sevgili Berna ve Kerim'le sohbet ettik bu akşam; an'da anında doğallıkla en saf halinle tepki vermenin önemini konuştuk. Ben alevlerimi doğru yerde doğru zamanda kullanmak istiyorum ve bunun için pratik yapmaya ihtiyacım var. Bu süreçte yanlışlıkla birilerini ya da birşeyleri yakarsam beni affedin lütfen. 

Resmim aşağıdaki gibi, dışarıdan bakıldığında çok güzel bir görüntüm var, herkes beni beğeniyor, seviyor ama ben... ah ben... ben kendimi sevemiyorum bir türlü, sordum Kerim'e nasıl olacak diye, yaptığın iyi şeylere odaklan ve onlarla kendini sev dedi; şehirli dervişi örnek gösterdi, çok iyi geldi bana teşekkürler kalbim. 

Ejderhayı çok yazacağım, bu kısa bir giriş olsun, iyi geceler.